TÜRKİYE’YE DÜŞMANLIK KİMSENİN HADDİ DEĞİLDİR!

ABD Başkanı Biden’in 24 Nisan günü yaptığı açıklamada, Osmanlı Devleti’nin 1915 yılında, 1. Dünya Savaşı koşullarının gereği olarak aldığı Ermeni Tehciri kararı sonucu yaşananlar için ‘’SOYKIRIM’’, İstanbul için de KONSTANTİNOPOL ifadelerini kullanmasını kabul etmiyor, şiddetle kınıyoruz.

Hiçbir meşruiyeti bulunmayan ve Türk Milletine haksızca yakıştırılan bu ifade uluslararası hukuk açısından da yok hükmündedir.

1948 tarihli BM Soykırımla Mücadele Sözleşmesi, bir olayı ancak yaşandığı ülkenin mahkemelerinin ya da yetkili kılınmış bir uluslararası mahkemenin “SOYKIRIM” olarak nitelendirebileceğini belirtmektedir. 106 yıldır dünyanın hiçbir ülkesinde alınmış böyle bir mahkeme kararı olmadığı da ortadadır. 

Öte yandan; 15 Ekim 2015 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire kararına göre de ABD Başkanı’nın ya da herhangi bir ülke parlamentosu veya iktidarının bu tür bir “SOYKIRIM” suçlamasında bulunma hakkı katiyen yoktur.

Ayrıca soykırımın ancak yetkili bir mahkeme tarafından gerçek kişilere yöneltilebilecek bir insanlık suçu olması nedeniyle, Türk Ulusu dahil herhangi bir ulusa yöneltilmesi de söz konusu olamaz.

Kendini mahkeme yerine koyan Biden Türkiye’ye karşı suç işlemiştir.

ABD Başkanı’nın bu haksız ve tarihi gerçeklere aykırı suçlaması, Türkiye’ye karşı şantaj olarak kullanma amaçlı tamamen siyasi ve düşmanca bir emperyalist söylemdir.

Herhalde ABD Başkanı’nın, Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ohannes Kaçaznuni’ nin raporunu ya da Hrant Dink’ in konu hakkındaki sayısız söylevlerini bilmediği, duymadığı düşünülemez.

Sözde dost ve müttefik ABD’nin, Obama’nın beyzbol sopası ya da Trump’ın mektubu örneklerinde olduğu gibi, ülkemize karşı emperyalist çıkarları doğrultusunda düşmanca tavır alması ne ilktir, ne de son olacaktır. 

Hal bu iken, devletimizi yöneten (!) iktidar ne yapmaktadır?

Üzerinden günler geçmesine karşın somut bir tepki gösteril(e)memesi düşündürücüdür. 

Her fırsatta ve her konuda konuşan, yürütme erkini tek başına kullanan Cumhurbaşkanı’nın sessizliği ise milletimizi, üzmüştür, üzmektedir.

Bu kadar ağır ve haksız bir suçlama, sadece Büyükelçi çağırıp “kabul etmiyoruz’’, “kınıyoruz” diyerek ya da sıradan siyasi demeçlerle geçiştirilemez.

Türkiye’nin bu edepsizliğe vereceği yanıt, ABD’ ye ve gelecekte bu tür hadsizliklerde bulunabileceklere karşı caydırıcı etki yaratacak nitelikte olmalıdır.

Biden, seçilmesinin ardından 4 ay beklettikten sonra, tam da 23 Nisan akşamı Cumhurbaşkanı ile ilk kez telefonla görüşmüş, ertesi gün de bu açıklamayı yapmıştır. 

O görüşmede neler konuşulmuştur? 
Dış basının, Biden’ın Erdoğan’a “SOYKIRIM” ifadesini kullanacağını bildirdiği yolundaki haberleri doğru mudur? 
Bu haberler doğru ise, Türkiye’nin elini kolunu bağlayan nedir?
Bu durumda Biden ile haziranda görüşme mutabakatına nasıl varılabilmiştir?
Daha önemlisi; ne olmuştur, nasıl olmuştur da Türkiye’ye karşı 100 yıldır yapıl(a)mayan bu ağır suçlamayı Biden bu yıl dillendirebilmiştir? 

Milletimiz bu soruların yanıtlarını beklemektedir.

Milletimizin iktidardan asıl beklentisi ise; yakın tarihimizde birçok örneğini göreceği üzere, öncelikle “Atatürk olsa ne yapardı?” diye düşünmesi, İnönü ve Ecevit’ in tarihe kaydolmuş tepkilerini de örnek alarak ulusal onurumuzu zedeleyen bu suçlamaya gerekli ve yeterli tepkiyi göstermesidir. 

Herhalde Türkiye – bazılarının ESKİ TÜRKİYE diyerek küçümsediği – 1964 ve 1974 Türkiye’ si gibi davranabilecek birikime, güce ve cesarete sahiptir.

Ama keşke AKP iktidarı; Cumhuriyetimizin diplomatik geleneklerini, Hariciye hafızasını ve yetkin kadrolarını darmadağın etmemiş olsaydı.

Keşke AKP iktidarı; yıllardır sürdürdüğü bölge ve dünya gerçeklerinden kopuk, tarihin ibret alınası yaşanmışlıklarını göz ardı eden, saplantılı ve yanlış politikalarıyla ülkemizi dünyada yapayalnız bırakmamış olsaydı.

Keşke AKP iktidarı; Atatürk’ün adeta bir vasiyet gibi kaydettirdiği “Türkiye’yi yönetirken, kuzey komşumuzla ( SSCB – Rusya ) iyi geçinin, Arapların kendi aralarındaki mezhep çatışmalarına Türkiye’yi bulaştırmayın, petrol coğrafyası olan bölgemize yönelik emperyal planların piyonu olmayın “ öğütlerini çiğnemek yerine, değerini bilerek tutmuş olsaydı.

O taktirde; 106 yıl önce yaşanmış olayların tanıkları henüz yaşıyorken, TEK PARTİ dönemi diye sürekli hakaretler edilen Kemalist iktidarlar döneminde bu iddiaları ağızlarına almak şurada dursun, akıllarından geçirmeye cesaret edemeyenlerin şimdi fütursuzca dile getirebilmeleri elbette mümkün olamazdı.

Son yıllarda yaşadıklarımızın ve bu son edepsizliğin; Cumhuriyetin kuruluş felsefesinden kopmanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Antiemperyalist ve Tam Bağımsız Türkiye” anlayışını yitirmenin, Ulus olma hedefinden sapmanın, HUKUK DEVLETİ’nden uzaklaşmanın, Kuvvetler Ayrılığı yerine Kuvvetler Birliği çıkmazına girmenin, Laik Bilgi Toplumu olma ilkesi yerine ümmet aymazlığında tükenmenin sonuçları olduğu artık ve mutlaka görülmelidir.

Ama herkes ve bütün dünya bilmelidir ki Türk Milleti; 100 yıl önce emperyalizme karşı Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde dünyada eşi olmayan o kutlu MİLLİ MÜCADELE ile kurduğu Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşatacak, emperyalizme de işbirlikçilerine de asla geçit vermeyecektir.

Tek yol KEMALİZM’dir!

26.04.2021

Dr. Hüsnü Bozkurt ve Arkadaşları

MONTRÖ NAMUSUMUZDUR, TESLİM OLMAYIZ!

Yüzyıllardır dünyaya ve dünya ticaretine egemen olmak isteyenler su yollarını denetim altında tutmak istemişlerdir. Çanakkale ve İstanbul boğazları da bu su yollarının en başında gelmektedir. Süveyş, Panama, Hürmüz, Cebelitarık gibi geçitleri denetim altında tutanlar dünyaya da egemen oldukları gibi bu geçitlerde her zaman yapay devletçikler ya da üs noktaları oluşturmuşlardır.

Emperyal güçlerin yapay üs bölgesi oluşturamadıkları tek su yolu Çanakkale ve İstanbul Boğazlarıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda Boğazlarda geçici olarak tutunan işgalciler Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük askeri ve diplomatik dehası sonucunda tek kurşun atmadan 1936 yılında Montrö Antlaşması ile tamamen Bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin egemenliği altına girmiş bu sayede dünyanın gözünü diktiği boğazlarımız Karadeniz’de bir barış gölü olarak kalmıştır.

Boğazlarımızın stratejik önemini bilenler bu sağlam diplomasi kilidini parçalamak için daima fırsat kollamışlardır. Ne acıdır ki büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde söylediği gibi, “harici bedhahlara” destek veren “dahili bedhahlar” daima olagelmiştir. Son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşını Yönettiği Gazi Meclisimizin Başkanlık koltuğunda bulunan biri büyük bir sorumsuzlukla Montrö antlaşmasını tartışmaya açmış ve “tek adam” kararıyla Türkiye Cumhuriyetinin bu Antlaşmadan çekilebileceğini söyleyebilmiştir. Üstelik bu tartışma Çanakkale Zaferinin 106. Yıldönümünü kutladığımız, kara savaşlarının başladığı günlerin yıldönümünde yaşanıyor.

Bu sorumsuz ifadelere ne yazık ki siyasal partilerimiz, üniversitelerimiz ve ilgili kurumlar, ya yeterli tepkiyi verememiş, ya da yeterince güçlü bir tepki göstermemişlerdir. Bu sessiz kalış karşısında ülkemizin dış politikasında yıllarca etkin ve belirleyici rol üstlenen emekli diplomatlarımız ile Montrö’nün önemini en iyi kavrayan emekli amirallerimiz son derece sorumlu ve bilgece bir tutumla ayrı ayrı bildiriler yayınlayarak bu ülkenin sahipsiz olmadığını bir kez daha dosta düşmana göstermişlerdir.

Bu bildiriler gerekli etkiyi yaratmış ve Montrö’yü sorumsuzca tartışanlar paniğe kapılarak her zamanki “darbe”, “vesayet” söylemleri ile hukuk dışı saldırıya geçerek bildiri yayınlayan emekli amirallerimiz hakkında süratle gözaltı işlemlerine başlamışlar, ülkede yeniden bir baskı dalgası yaratmışlardır. Emekli diplomat ve amirallerimizin ellerinde şu anda bildiriyi imzaladıkları kalemlerinden daha güçlü bir silahları yoktur. Dünyada deniz kuvvetleri kullanılarak başarıya ulaşmış bir “darbe” de yoktur. Ankara’yı kuşatabilecek kruvazör ve destroyerler de daha icat edilmemiştir. Gözaltı kararlarını verenler kendi korkularınca kuşatılmışlardır.

Daha dün denecek bir tarihte Karadeniz’de başlatılan turuncu devrimlere destek vermek için ABD donanmasının boğazları geçişine izin vermeyen amirallerimizin “balyoz”, “kafes”, “amirallere suikast”, “oraj-poyraz” gibi kumpas davalarıyla nasıl tutuklanıp ağır cezalara çarptırıldıklarını unutmadık. Ne acıdır ki bugün boğazlarımıza sahip çıkanlar da yine aynı amirallerimiz, hakkında gözaltı kararları verilenler de aynı amirallerimizdir.

Boğazlarımıza sahip çıkan amirallerimizin ve diplomatlarımızın yanındayız. Gözaltı işlemleri ve soruşturmalara derhal son verilmeli amirallerimize ülkeye sahip çıktıkları için teşekkür edilmelidir.

Montrö Antlaşması namusumuzdur. TESLİM OLMAYIZ. OLMAYACAĞIZ…

Mustafa Hüsnü Bozkurt ve Arkadaşları.

5 Nisan 2021

KURUCU GENEL BAŞKANIMIZ, DEVRİM ŞEHİDİMİZ, BİLGE HUKUKÇU MUAMMER AKSOY’U SAYGIYLA ANIYORUZ

Tam 31 yıl önce, Ankara’nın soğuk bir kış gününde emperyalizmin maşaları tarafından, arkasından kalleşçe sıkılan üç kurşunla aramızdan koparıldı Muammer Aksoy.

Kemalizm’in ödünsüz savunucusu Muammer Aksoy, Türk aydınlanma mücadelesinin en cesur, en kararlı, en ateşli savaşçılarından biriydi.

Emperyalizmin, Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme ve Sevr koşullarına sürükleyerek çökertmeye yönelik saldırıları işbirlikçi iktidarlar üzerinden kesintisiz olarak sürdürülürken, tam 40 yıl boyunca bu saldırılara karşı Türk aydınlarının en önünde yer aldı.

1950’li yıllarda Adnan Menderes iktidarının baskılarına karşı mücadele etti. 1961 Anayasasını hazırlayan akademisyen kadrosu içinde hocası Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ile birlikte çalıştı ve komisyonun sözcülüğünü yaptı. Velidedeoğlu’nu hocası, Uğur Mumcu’yu ise öğrencisi bildi.

1960’lı yılların ortalarında çokuluslu petrol şirketlerinin ülkemiz petrollerini yağmalamasının önünü açan düzenlemelere karşı TPAO’nun avukatlığını yaparak hukuk mücadelesi verdi.

1970’li yıllarda devrimci öğretmenlerin sürgün edilmelerine, kıyılmalarına karşı onların davalarını savundu.
Tam bağımsız, demokratik, laik Türkiye mücadelesini 1977’de TBMM’de milletvekili olarak sürdürdü.
Türkiye’nin Kemalizm’i savunan bir kuruma ihtiyacı olacağı düşüncesiyle, 1989 yılında 49 arkadaşıyla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu.

Yine o yıllarda birçok aydın ve siyasetçi Türk Ceza Kanunu değişikliği hakkında “141. 142. ve 163. maddeler hep birlikte kaldırılmalıdır” derken, Muammer Aksoy bugünleri öngörerek “163. madde kalkarsa Türkiye şeriat devletine doğru gider” demişti. Öldürüldüğü gün, ADD’nin laiklik bildirisi üzerine çalışıyordu.

En önemlisi, tüm mücadele hay atı boyunca hep “örgütlü mücadele” içinde kaldı. Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı, Ankara Barosu Başkanlığı, CHP içindeki çalışmaları ve nihayet Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanlığı…

O, ülkenin bağımsızlığını, ulusal kalkınma olanaklarını aşındıran, ulusal birliğini çürüten ekonomik, kültürel, siyasal girişimlere karşı adeta erken uyarı sistemi gibi hiç durmadan çalıştı, mücadele etti.
Bu mücadele kararlılığını Menderes’in gözaltıları da, 12 Mart muhtırasının cezaevleri de, evine gelen tehdit mektupları da değiştiremedi.

Biz, Onsuz geçen 30 yılda, Muammer Aksoy’ları olmayan bir milletin başına neler gelebileceğini yaşayarak gördük.
Muammer Aksoy’ların yaşadığı bir ülkede Anayasayı, yasaları böyle tartışmadan, usule aykırı biçimde ve antidemokratik esaslara göre değiştirebilmek bu kadar kolay olur muydu?

Muammer Aksoy’ların, Mumcu’ların, Kışlalı’ların, Üçok’ların, Dursun’ların, Hablemitoğlu’ların yaşadığı bir ülkede, siyasi partilerin, kurumların ya da aydın geçinenlerin oy avcılığı uğruna Kemalizm’den hızla uzaklaşıp neoliberal projelere eklemlenmeleri bu kadar kolay mümkün olur muydu?

Aksoy bugün aramızda olmasa da mücadelesiyle, yazıları, eserleri ve yetiştirdiği öğrencileriyle, kurup emanet ettiği ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ ile sonsuza kadar yaşamaya devam edecek!

O’nu katledilişinin 31. Yılında, emanet ettiği bayrağı daha yükseklere taşıma kararlılığında olan Kemalistler olarak saygıyla, özlemle anıyoruz.

HÜSNÜ BOZKURT ve ARKADAŞLARI

Ülkesi İçin Canını Veren “Sakıncalı Piyade”: UĞUR MUMCU

Kahredici suikastın üzerinden tam 28 yıl geçti. Yüreği Tam Bağımsız Türkiye için çarpanların sesi, nefesi, umudu, kalpaksız Kuvayı Milliyeci, “sakıncalı piyade” Uğur Mumcu tam 28 yıl önce 24 Ocak 1993 günü katledildi.

Karlı bir Pazar sabahında, evinin önündeki paramparça gövdesinin kalıntıları ve deliller çalı süpürgeleriyle süpürülürken, milyonlarca insanın göz yaşı döktüğü sırada, karanlık merkezlerinde çok sayıda odak sevinçle ellerini ovuşturuyordu. Kimler miydi bu karanlık odaklar? Silah kaçakçıları, eli kanlı katiller, şeriat devleti özentileri, uyuşturucu tacirleri, devleti soyanlar, bölücü terör örgütleri, Asala’cılar, diplomatlarımız öldürülürken zırhlı araç yerine devlete tenekeden otomobil pazarlayan silah tacirlerinin aracısı siyasetçiler, küçücük çocukların beyinlerini köreltmek için Aramko’dan maaşlı din tacirleri ile bunlara göz yuman darbeci faşist generaller, emperyalist ajanlar, mafya-tarikat-siyaset ortaklığı ve bütün bunları Türk halkından saklamaya çalışan gazete TV sahibi bazı holding patronları…

Uğur Mumcu’yu bunlardan hangisi katletti? Belki biri, belki de hepsi adına kiralanmış tetikçiler… Karanlık odakların Uğur Mumcu’yu aramızdan çekip alması için o kadar çok nedeni vardı ki? 25 Ağustos 1975 tarihinde yazdığı “Sesleniş” başlıklı şiirsel yazısında adeta gelecekte kendisini hedef alacakları işaret ediyordu. 12 Mart faşist darbesi sırasında idam edilen, öldürülen, işkence gören, yargılanan devrimciler anısına yazdığı yazısının bir bölümünde şöyle diyordu:

“Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı, bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.”

“Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağıramamış insanların” sessizliği de Uğur Mumcu cinayetinin hiç tartışılmamış nedenlerinden biriydi…

Oysa, Uğur Mumcu’nun aynı yazısı, çarpıcı şekilde belirttiği gibi; elde ettiği olanakları, avukatlık diplomasını, gazeteciliğini, siyasal ilişkilerini para babalarının emrine sunmayı, bankerlerinin canavarca cinayet işleyen çocuklarının emrine, silah kaçakçılarının, devleti dolandıranların emrine sunmayacağını gencecik bir avukatken ilan ediyordu:

“Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabamız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım unutma bizi!..”

Ve Uğur Mumcu’nun dediği gibi mimarlar, mühendisler, doktorlar, avukatlar, siyasetçiler, gazeteciler, bilim adamları, yüreği ülkesi için çarpan yurtsever aydınlar hep öldürüldüler. Kendilerinden sonra gelecek kuşaklara bağımsız, özgür, “çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine” geçebilmiş mutlu insanların ülkesini bırakabilmek için. Ama hep öldürüldüler. Hain kurşunlarla, çapraz ateşlerle, bombalarla…

İşte bu fedakâr aydınlarımızı unutmamak için her yıl bu günlerde “Adalet ve Demokrasi Haftası” etkinlikleri düzenleniyor. Bu haftada daha önce katledilen demokrasi şehitlerimizi ansak bile esas olarak 31 Ocak 1990 tarihinde katledilen Atatürkçü Düşünce Derneğimizin Kurucu Genel Başkanı Muammer Aksoy ile Uğur Mumcu cinayetini ele alıyoruz.

Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışından yarım asır sonra Atatürkçü Düşünce Derneği kurma gereksinimi duyarak 49 arkadaşıyla birlikte kısa zamanda ülkenin en büyük demokratik kitle örgütü olacak olan ADD’yi kuran Muammer Aksoy, geçmişte verdiği pek çok mücadele yanında Kemalizm düşüncesine sahip çıkmanın bedelini canıyla ödeyecekti. Ve Uğur Mumcu “Sesleniş” başlıklı yazısında Muammer Aksoy’un geçmişte verdiği “milli petrol” kavgası nedeniyle hedef alınacağını da şu satırlarla tespit ediyordu:

“Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk: Komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında, emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı, daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi.”

Ülkesine yaraşır bir anayasa yapma mücadelesi veren, bu anayasada bağımsız ve onurlu bir ülkede olması gereken esasları belirleyen, bu amaçla milli petrol kavgası veren, parasız çağdaş ve milli eğitim mücadelesi veren öğretmenlerin yanında olan, unutturulmak istenen Atatürk ilkelerini savunan Muammer Aksoy, Uğur Mumcu’nun “dinlemediler” öngörüsünün ötesinde kanlı bir cinayetle yok edildi.

Uğur Mumcu’nun katledildiği 24 Ocak ülkemiz tarihinde karanlık bir gün. 24 Ocak 1980 tarihinde açıklanan ekonomik kararlara bir avuç yurtsever aydın “bu kararların ancak demokrasinin ortadan kaldırıldığı bir dikta yönetimiyle uygulanabileceği” uyarısını yapıyordu. Bu uyarıyı yapanlar arasında Uğur Mumcu da vardı. Nitekim 7,5 ay sonra ABD emperyalizminin “bizim oğlanları” 12 Eylül 1980 darbesi ile demokrasiye son verdiler. Bugün her fırsatta “darbelere karşı” olduğunu söyleyenler, 24 Ocak 1980 kararları ile 12 Eylül 1980 faşist darbesinin açtığı yoldan yürüyorlar. Ve Uğur Mumcu karşı çıktığı 24 Ocak kararlarının üzerinden tam da 13 yıl geçtikten sonra bir 24 Ocak günü katledilecekti.

Uğur Mumcu katledilmeden hemen önce on binlerce insanımızın ölümüne neden olan bölücü terör örgütü ve bu örgütün karanlık ilişkilerini ele alan yazılar yazıyordu. Öğrendiklerini bize aktarmaya fırsat bulamadan katledildi. Uğur Mumcunun katlinden 6 yıl sonra bölücü terör örgütünün sözde lideri yurtdışında yakalanarak ülkemize getirildi ve yargılandı. Terör örgütünün sözde liderinin yakalanması sonrasında ülkemizin özellikle Güneydoğusunda yeniden huzur ortamı doğdu. Bu huzur ortamının gelmesinde fedakâr bazı kamu görevlilerinin büyük katkıları oldu. Bu fedakâr insanlardan biri de Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan idi. Diyarbakır’ı kısa sürede bir huzur kentine dönüştüren Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan yine bir 24 Ocak günü, 24 ocak 2001 tarihinde akşam saatlerinde pusuya düşürülerek katledildi. O tarihten sonra Diyarbakır yeniden terör ile anılmaya başlandı.

Ülkemizin özgürlüğü, bağımsızlığı ve mutluluğu için binlerce insanımızı feda ettik. Belki daha binlercesi seve seve hayatlarını feda edecek. Ancak Uğur Mumcu’nun sözleri kulaklarımızda çınlıyor:

“UNUTMA EY HALKIM UNUTMA BİZİ”

Evet unutmadık… Unutmayacağız… Mezarlarınızda top güller açacak…

Dr. M. Hüsnü BOZKURT ve arkadaşları.

Çağrımızdır

Batı emperyalizminin 21. yüzyılın Sevr’i olarak yürütmekte olduğu BOP ile dört yandan kuşatılmış olan ülkemiz, içeriden de yoğun saldırı altındadır.
Ulusal Birliğimizi tarumar eden bu ağır saldırılara karşı, halkımızı birleştirebilecek tek güç; kuşkusuz Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emaneti ve düşünceleridir.
Atatürk sevgisi ve ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ, toplumumuzun çimentosu olarak günümüz koşullarında yaşamsal önemdedir.
Bunu bilenler, açık ve gizli saldırılarını, büyük Atatürk’ün şahsına ve tabii Kemalizm’ e yöneltmektedirler.
​ Ne acıdır ki, Cumhuriyetimize ve Atatürk’e yapılan saldırılar giderek sıradanlaştırılmakta, umursamazlık ve kanıksanmışlık iklimi yaratılmak için her türlü algı operasyonu yapılmaktadır.
Bu saldırıları göğüslemesi gereken kurum ve kuruluşlar ise, yeterli ve etkin tepki verememekte; hatta zaman zaman sessiz kalmanın ötesinde, bu kurumların içinden de sinsi ve açık saldırılar gelebilmektedir.
Cumhuriyetimize ve büyük Atatürk’e yapılan saldırıların, gelecekte daha da yoğunlaşacağını gören Prof. Dr. Muammer Aksoy önderliğindeki 50 Cumhuriyet aydınının 1989 yılında kurduğu Atatürkçü Düşünce Derneği ( ADD ), bu İHANETE tek başına kalsa da dimdik karşı durabilecek en önemli Demokratik Kitle Örgütüdür.
ADD, kurucularınca büyük hedeflerin örgütü olarak kurulmuştur. Varlık nedeni; “ Türk İstiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek”, emperyal tuzakları bozmak, ülkemizi ve ulusumuzu bölmek isteyen emperyalistler ve işbirlikçilerinin hain emellerine engel olmaktır. Bu dün olduğu gibi bugün de zordur; emek, bilgi, inanç, kararlılık ve cesaret ister ve elbette bedel ödemeyi gerektirir.
Nitekim; kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy, bu bedeli canıyla ödemiş, sonraki yıllarda Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ve bazı şube başkanlarımız da tıpkı O’ nun gibi emperyalizm uşağı DİNCİ-FAŞİST ÇETELERCE katledilmiş, bazı Genel Başkan ve yöneticilerimiz ise, aşağılık kumpaslarla zindanlara atılmıştır.
İçinde bulunduğumuz karmaşa ortamı, üzücüdür ki ADD’ye de uzanmıştır. Etkisizleşmiş, güçsüz düşürülmüş, kendi içinde bölünmüş örgütümüz; bu saldırılar karşısında sesini yeterince duyuramamış, geniş halk yığınları bu sessizlik nedeniyle umutsuzluğa kapılmıştır.
KEMALİZM’ in gerçek anlam ve değerini, GEÇMİŞİN ÖVÜNCÜ OLMASININ ÖTESİNDE, GELECEĞİN PUSULASI OLDUĞUNU bilen, günümüze ilişkin çözümler üreten, halka umut aşılayan bir ADD, sadece üyelerimizin değil; bütün yurtsever halkımızın özlemidir.
GÜÇLÜ VE BÜTÜNLEŞMİŞ BİR ADD YÖNETİMİ, ülke geneline yayılmış özverili örgütümüzü ayağa kaldıracak, böyle bir gücün varlığı saldırganlara meydanın boş olmadığını gösterecek, caydırıcı olacak, dostta güven, düşmanda korku ve kaygı yaratacaktır.
Bugün Atatürkçü devrimcilerin en önemli görevi, Muammer Aksoy’un örgütünü ayağa kaldırarak CUMHURİYETİN KURUCU AYARLARINA DÖNME HEDEFİNİ HALKIMIZIN ÖNÜNE KOYMAKTIR.
Bu görevi gerçekleştirebilmek için, korona salgını nedeniyle ertelenen Olağan Genel Kurulumuzda, Saygıdeğer örgüt yöneticilerimizin de görüşlerini alarak, deneyimli bir kadro ile, ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZ YÖNETİMİNE ADAY OLDUĞUMUZU örgütümüz ve kamuoyu ile paylaşıyoruz.
Yaraları sarılmış, küskünlük ve kırgınlıkları aşılmış, herkesin birbirine sevgi ve saygı ile sarıldığı bir ADD; ancak güçlü bir önderliğin yaratacağı eşgüdüm ve ortak istek ile olanaklıdır.
Bu ortak isteği yaratabilmek için, örgüt kültürümüze ve geleneklerimize uygun olarak herkesi kucaklayacağız.
Kimseye karşı önyargı taşımaksızın, başka adaylar olsa da uygarca yarışacak, sonuç ne olursa olsun; omuz omuza, yılmadan, yorulmadan hedefe yürüyeceğiz.
Kim olduğumuzu, varlık nedenimizi, görevimizi biliyoruz. Hiç bir siyasi yapının arka bahçesi asla olmayız, ancak siyasete yön verir, yol gösteririz. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ten başka fikir önderi aramayız. O’nun dışında kimsenin ASKERİ olmayız. Buldukları her kıbleye seccade serenlerle de, neoliberal rüzgârlarla savrulanlarla da, saray kapılarında icazet arayanlarla da yürüyecek yolumuz yoktur.
Salgın nedeniyle şimdilik tarihi belirsiz olan Genel Kurulumuzla ilgili çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Yakında bilginize sunmaya hazırlandığımız program ve projelerimize, örgütümüzün siz değerli üyelerinin çok istediğimiz ve önemli saydığımız katkılarını bekliyoruz.
​ Yeniden güçlü bir ADD için, örgütlerimizi yurdumuzun her yerinde KEMALİZM’in kutup yıldızı yapmak için birlikte yürümeye kararlıyız.
Bu kararlı duruşumuz ve sarsılmaz inancımızla bütün yönetici ve üyelerimizi en içten duygularla selamlıyor, saygılarımızı sunuyoruz.
YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ VE GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE !
YAŞASIN KEMALİST CUMHURİYET !
YAŞASIN ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ !
Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT
Ve Arkadaşları

TÜZÜK DEĞİŞİKLİĞİ ÖNERİLERİM-HÜSNÜ BOZKURT KONYA MİLLETVEKİLİ

TÜZÜK DEĞİŞİKLİĞİ ÖNERİLERİM-HÜSNÜ BOZKURT KONYA MİLLETVEKİLİ

 

1)Genel Başkanlığa aday olabilmek için, üye tam sayısının (delege) en fazla %5’inin yazılı önerisi alınmalı. % 5’ten fazla imza Divanca  kabul edilmemeli.

 

2)Genel Başkan, faaliyetlerinde kendisine yardımcı olması için en fazla 10 danışman belirlemeli.

 

3)Parti Meclisi; Genel Başkan ve kurultayca gizli oyla seçilmiş 80 üyeden oluşmalı. Parti Meclisi üyesi ve Yüksek Disiplin Kurulu üyesi adaylığı için daha az veya fazla olmamak üzere 5 delegenin yazılı önerisi alınmalı. Genel Başkan kontenjanı ( Bilim Yönetim Kültür Platformu )

% 10 yani 8 kişi olmalı ve 2 katı aday ( 16 ) arasından seçilmeli.

 

4)Parti Meclisi toplantılarına, partinin TBMM Grubu Başkan Vekilleri, Grup Yönetim Kurulu Üyeleri, Kadın Kolları ve Gençlik Kolları Genel Başkanlarının yanı sıra İl Başkanları da katılabilmeli.

 

5)Merkez Yönetim Kurulu; Genel Başkan, Genel Sekreter ve 15 MYK üyesi olmak üzere toplam 17 kişiden oluşmalı.

 

6)15 MYK üyesi Parti Meclisi üyeleri tarafından gizli oyla seçilmeli. Görev dağılımı ise Genel Başkan tarafından yapılmalı. Genel Başkan Yardımcılığı kaldırılmalı.

 

7)Genel Başkan, Parti Meclisi üyeleri, TBMM’nin partili üyeleri ve partili bakanlar, Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı ve üyeleri gibi il ve ilçe başkanları da kurultayın doğal üyesi (delege) sayılmalı. Esas amaç ilçe ve il kongreleri ile kurultayın partinin kayıtlı tüm üyeleri ile yapılması. Ancak Siyasi Partiler Yasası engeli olduğundan, şimdilik kurultay delege sayısını olabildiğince artırmak düşünülmeli.

Bu anlamda bütün il ve ilçe Başkanlarının da Milletvekilleri, PM ve YDK üyeleri gibi Doğal Kurultay Delegesi olmaları sağlanmalı.

Buna da yasal engel varsa; tüm seçimler olağan takvimden makul süre önce tüm üyelerle yapılmalı, belirlenen tarihlerde kongreler ve kurultayca usulen onaylanmalı.

 

8)Partinin daha çok oy aldığı illere Partili Milletvekili sayısı kadar ( ya da 2 katı ) ilave Doğal Delege ( 131 ya da 262 ) verilmeli.

 

9)Bütün kongre ve kurultaylar Çarşaf Liste ile yapılmalı. Kurultay’da yapılacak tüm seçimler 1 günde tamamlanmalı.

 

10)Kurultayda seçimler ( GB, YDK, BYKP ve PM ) aynı gün, 4 oy pusulası ( Genel Sekreterin kurultayca seçilmesi kabul edilirse 5 ) ve çarşaf liste ile yapılmalı. Listeler soyadı sırasına göre dizilmeli, Aday No olmamalı.

 

11)Genel Sekreter kurultayda seçilmeli. Genel Sekreter adaylığı için de üye tam sayısının en fazla % 5 ’inin yazılı önerisi alınmalı. Bu uygun bulunmazsa Parti Meclisi’nde MYK üyelerinden ayrı olarak gizli oyla seçilmeli ve örgütlerden sorumlu ( 2. adam ) olmalı.

 

12)Milletvekilleri, Belediye Başkanları, Belediye Meclis Üyeleri, Belediye Meclisi ve İl Genel Meclisi adayları tüm üyelerin katılımıyla yargı gözetiminde ÖN SEÇİM ile belirlenmeli. Adaylar, partinin % 5’in altında oy aldığı ve yeterli aday başvurusu olmayan seçim çevrelerinde merkez yoklaması ile belirlenmeli.

 

13)Milletvekili seçimlerinde Genel Başkan kontenjanı % 5 olmalı ve sadece parti dışı adaylar için kullanılmalı. Üst organ üyeleri ( PM, YDK ) kontenjan adayı olamamalı.

 

14)Partinin Cumhurbaşkanı adayı, kayıtlı bütün üyelerin katılacağı ön seçimle belirlenmeli. Bu yöntem kabul edilmeyecekse, seçilmiş bütün örgüt yöneticileri, ( İl Başkanları, İl Yönetim Kurulu Üyeleri, İl Disiplin Kurulu Üyeleri, Kadın ve Gençlik Kolları İl  Başkanları ve Yönetim Kurulu Üyeleri, İlçe Başkanları, İlçe Yönetim Kurulu Üyeleri ) seçilmiş ve doğal kurultay delegelerinin yani yaklaşık 20 – 25 bin kişinin katılımıyla ve Ankara’da yargı gözetiminde yapılacak önseçimle belirlenmeli.

 

15)Parti Meclisi her ay toplanmalı, politika oluşturmalı, denetleme görevi yapmalı.

 

16)Yılda 1 kez Küçük Kurultay toplanmalı.

 

17)Önceki Genel Başkanlarımız, Bakanlarımız, Milletvekillerimiz ve partili kanaat önderleri, gazeteciler, sanat ve kültür insanları ile demokratik kitle örgütleri başkanlarından oluşturulacak Danışma Kurulu, her 3 ayda 1 Genel Başkan ve MYK ile toplanmalı, tavsiye ve görüşleri alınmalı.

 

18)Üyelik statüsünü belirleyen yeni bir düzenlemeye gidilmeli. Aktif – Pasif üyelik sistemi veya Puanlama Sistemi getirilmeli.

 

 

 

Mustafa Hüsnü BOZKURT

Konya Milletvekili