TÜRKİYE’YE DÜŞMANLIK KİMSENİN HADDİ DEĞİLDİR!

ABD Başkanı Biden’in 24 Nisan günü yaptığı açıklamada, Osmanlı Devleti’nin 1915 yılında, 1. Dünya Savaşı koşullarının gereği olarak aldığı Ermeni Tehciri kararı sonucu yaşananlar için ‘’SOYKIRIM’’, İstanbul için de KONSTANTİNOPOL ifadelerini kullanmasını kabul etmiyor, şiddetle kınıyoruz.

Hiçbir meşruiyeti bulunmayan ve Türk Milletine haksızca yakıştırılan bu ifade uluslararası hukuk açısından da yok hükmündedir.

1948 tarihli BM Soykırımla Mücadele Sözleşmesi, bir olayı ancak yaşandığı ülkenin mahkemelerinin ya da yetkili kılınmış bir uluslararası mahkemenin “SOYKIRIM” olarak nitelendirebileceğini belirtmektedir. 106 yıldır dünyanın hiçbir ülkesinde alınmış böyle bir mahkeme kararı olmadığı da ortadadır. 

Öte yandan; 15 Ekim 2015 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire kararına göre de ABD Başkanı’nın ya da herhangi bir ülke parlamentosu veya iktidarının bu tür bir “SOYKIRIM” suçlamasında bulunma hakkı katiyen yoktur.

Ayrıca soykırımın ancak yetkili bir mahkeme tarafından gerçek kişilere yöneltilebilecek bir insanlık suçu olması nedeniyle, Türk Ulusu dahil herhangi bir ulusa yöneltilmesi de söz konusu olamaz.

Kendini mahkeme yerine koyan Biden Türkiye’ye karşı suç işlemiştir.

ABD Başkanı’nın bu haksız ve tarihi gerçeklere aykırı suçlaması, Türkiye’ye karşı şantaj olarak kullanma amaçlı tamamen siyasi ve düşmanca bir emperyalist söylemdir.

Herhalde ABD Başkanı’nın, Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ohannes Kaçaznuni’ nin raporunu ya da Hrant Dink’ in konu hakkındaki sayısız söylevlerini bilmediği, duymadığı düşünülemez.

Sözde dost ve müttefik ABD’nin, Obama’nın beyzbol sopası ya da Trump’ın mektubu örneklerinde olduğu gibi, ülkemize karşı emperyalist çıkarları doğrultusunda düşmanca tavır alması ne ilktir, ne de son olacaktır. 

Hal bu iken, devletimizi yöneten (!) iktidar ne yapmaktadır?

Üzerinden günler geçmesine karşın somut bir tepki gösteril(e)memesi düşündürücüdür. 

Her fırsatta ve her konuda konuşan, yürütme erkini tek başına kullanan Cumhurbaşkanı’nın sessizliği ise milletimizi, üzmüştür, üzmektedir.

Bu kadar ağır ve haksız bir suçlama, sadece Büyükelçi çağırıp “kabul etmiyoruz’’, “kınıyoruz” diyerek ya da sıradan siyasi demeçlerle geçiştirilemez.

Türkiye’nin bu edepsizliğe vereceği yanıt, ABD’ ye ve gelecekte bu tür hadsizliklerde bulunabileceklere karşı caydırıcı etki yaratacak nitelikte olmalıdır.

Biden, seçilmesinin ardından 4 ay beklettikten sonra, tam da 23 Nisan akşamı Cumhurbaşkanı ile ilk kez telefonla görüşmüş, ertesi gün de bu açıklamayı yapmıştır. 

O görüşmede neler konuşulmuştur? 
Dış basının, Biden’ın Erdoğan’a “SOYKIRIM” ifadesini kullanacağını bildirdiği yolundaki haberleri doğru mudur? 
Bu haberler doğru ise, Türkiye’nin elini kolunu bağlayan nedir?
Bu durumda Biden ile haziranda görüşme mutabakatına nasıl varılabilmiştir?
Daha önemlisi; ne olmuştur, nasıl olmuştur da Türkiye’ye karşı 100 yıldır yapıl(a)mayan bu ağır suçlamayı Biden bu yıl dillendirebilmiştir? 

Milletimiz bu soruların yanıtlarını beklemektedir.

Milletimizin iktidardan asıl beklentisi ise; yakın tarihimizde birçok örneğini göreceği üzere, öncelikle “Atatürk olsa ne yapardı?” diye düşünmesi, İnönü ve Ecevit’ in tarihe kaydolmuş tepkilerini de örnek alarak ulusal onurumuzu zedeleyen bu suçlamaya gerekli ve yeterli tepkiyi göstermesidir. 

Herhalde Türkiye – bazılarının ESKİ TÜRKİYE diyerek küçümsediği – 1964 ve 1974 Türkiye’ si gibi davranabilecek birikime, güce ve cesarete sahiptir.

Ama keşke AKP iktidarı; Cumhuriyetimizin diplomatik geleneklerini, Hariciye hafızasını ve yetkin kadrolarını darmadağın etmemiş olsaydı.

Keşke AKP iktidarı; yıllardır sürdürdüğü bölge ve dünya gerçeklerinden kopuk, tarihin ibret alınası yaşanmışlıklarını göz ardı eden, saplantılı ve yanlış politikalarıyla ülkemizi dünyada yapayalnız bırakmamış olsaydı.

Keşke AKP iktidarı; Atatürk’ün adeta bir vasiyet gibi kaydettirdiği “Türkiye’yi yönetirken, kuzey komşumuzla ( SSCB – Rusya ) iyi geçinin, Arapların kendi aralarındaki mezhep çatışmalarına Türkiye’yi bulaştırmayın, petrol coğrafyası olan bölgemize yönelik emperyal planların piyonu olmayın “ öğütlerini çiğnemek yerine, değerini bilerek tutmuş olsaydı.

O taktirde; 106 yıl önce yaşanmış olayların tanıkları henüz yaşıyorken, TEK PARTİ dönemi diye sürekli hakaretler edilen Kemalist iktidarlar döneminde bu iddiaları ağızlarına almak şurada dursun, akıllarından geçirmeye cesaret edemeyenlerin şimdi fütursuzca dile getirebilmeleri elbette mümkün olamazdı.

Son yıllarda yaşadıklarımızın ve bu son edepsizliğin; Cumhuriyetin kuruluş felsefesinden kopmanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Antiemperyalist ve Tam Bağımsız Türkiye” anlayışını yitirmenin, Ulus olma hedefinden sapmanın, HUKUK DEVLETİ’nden uzaklaşmanın, Kuvvetler Ayrılığı yerine Kuvvetler Birliği çıkmazına girmenin, Laik Bilgi Toplumu olma ilkesi yerine ümmet aymazlığında tükenmenin sonuçları olduğu artık ve mutlaka görülmelidir.

Ama herkes ve bütün dünya bilmelidir ki Türk Milleti; 100 yıl önce emperyalizme karşı Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde dünyada eşi olmayan o kutlu MİLLİ MÜCADELE ile kurduğu Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşatacak, emperyalizme de işbirlikçilerine de asla geçit vermeyecektir.

Tek yol KEMALİZM’dir!

26.04.2021

Dr. Hüsnü Bozkurt ve Arkadaşları

MONTRÖ NAMUSUMUZDUR, TESLİM OLMAYIZ!

Yüzyıllardır dünyaya ve dünya ticaretine egemen olmak isteyenler su yollarını denetim altında tutmak istemişlerdir. Çanakkale ve İstanbul boğazları da bu su yollarının en başında gelmektedir. Süveyş, Panama, Hürmüz, Cebelitarık gibi geçitleri denetim altında tutanlar dünyaya da egemen oldukları gibi bu geçitlerde her zaman yapay devletçikler ya da üs noktaları oluşturmuşlardır.

Emperyal güçlerin yapay üs bölgesi oluşturamadıkları tek su yolu Çanakkale ve İstanbul Boğazlarıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda Boğazlarda geçici olarak tutunan işgalciler Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük askeri ve diplomatik dehası sonucunda tek kurşun atmadan 1936 yılında Montrö Antlaşması ile tamamen Bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin egemenliği altına girmiş bu sayede dünyanın gözünü diktiği boğazlarımız Karadeniz’de bir barış gölü olarak kalmıştır.

Boğazlarımızın stratejik önemini bilenler bu sağlam diplomasi kilidini parçalamak için daima fırsat kollamışlardır. Ne acıdır ki büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde söylediği gibi, “harici bedhahlara” destek veren “dahili bedhahlar” daima olagelmiştir. Son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşını Yönettiği Gazi Meclisimizin Başkanlık koltuğunda bulunan biri büyük bir sorumsuzlukla Montrö antlaşmasını tartışmaya açmış ve “tek adam” kararıyla Türkiye Cumhuriyetinin bu Antlaşmadan çekilebileceğini söyleyebilmiştir. Üstelik bu tartışma Çanakkale Zaferinin 106. Yıldönümünü kutladığımız, kara savaşlarının başladığı günlerin yıldönümünde yaşanıyor.

Bu sorumsuz ifadelere ne yazık ki siyasal partilerimiz, üniversitelerimiz ve ilgili kurumlar, ya yeterli tepkiyi verememiş, ya da yeterince güçlü bir tepki göstermemişlerdir. Bu sessiz kalış karşısında ülkemizin dış politikasında yıllarca etkin ve belirleyici rol üstlenen emekli diplomatlarımız ile Montrö’nün önemini en iyi kavrayan emekli amirallerimiz son derece sorumlu ve bilgece bir tutumla ayrı ayrı bildiriler yayınlayarak bu ülkenin sahipsiz olmadığını bir kez daha dosta düşmana göstermişlerdir.

Bu bildiriler gerekli etkiyi yaratmış ve Montrö’yü sorumsuzca tartışanlar paniğe kapılarak her zamanki “darbe”, “vesayet” söylemleri ile hukuk dışı saldırıya geçerek bildiri yayınlayan emekli amirallerimiz hakkında süratle gözaltı işlemlerine başlamışlar, ülkede yeniden bir baskı dalgası yaratmışlardır. Emekli diplomat ve amirallerimizin ellerinde şu anda bildiriyi imzaladıkları kalemlerinden daha güçlü bir silahları yoktur. Dünyada deniz kuvvetleri kullanılarak başarıya ulaşmış bir “darbe” de yoktur. Ankara’yı kuşatabilecek kruvazör ve destroyerler de daha icat edilmemiştir. Gözaltı kararlarını verenler kendi korkularınca kuşatılmışlardır.

Daha dün denecek bir tarihte Karadeniz’de başlatılan turuncu devrimlere destek vermek için ABD donanmasının boğazları geçişine izin vermeyen amirallerimizin “balyoz”, “kafes”, “amirallere suikast”, “oraj-poyraz” gibi kumpas davalarıyla nasıl tutuklanıp ağır cezalara çarptırıldıklarını unutmadık. Ne acıdır ki bugün boğazlarımıza sahip çıkanlar da yine aynı amirallerimiz, hakkında gözaltı kararları verilenler de aynı amirallerimizdir.

Boğazlarımıza sahip çıkan amirallerimizin ve diplomatlarımızın yanındayız. Gözaltı işlemleri ve soruşturmalara derhal son verilmeli amirallerimize ülkeye sahip çıktıkları için teşekkür edilmelidir.

Montrö Antlaşması namusumuzdur. TESLİM OLMAYIZ. OLMAYACAĞIZ…

Mustafa Hüsnü Bozkurt ve Arkadaşları.

5 Nisan 2021